17 Şubat 2015 Salı

İnsanoğlunun geçmeyen yarası


Bu hapislere soktuğumuz, dört duvar arasında izole ettiğimiz ve kendimizden uzaklaştırdığımız bu insanlar aslında biz onları hapsetmeden çok önce kendilerini hapsetmişlerdi bile. Ama biz bunu bilmiyorduk, göremiyorduk. Bedenen aramızda gezinen, özgürmüşçesine iki ayakları üzerinde aramızda özgürce dolaşan bu insanlar, aslında çoktan aramızdan uzaklaşmış ve hapsolmuşlardı…Zihinlerinde…!!!! Ama biz bunu göremedik işte..Onlar aslında çoktan kaybolmuş ve yer altına inmişlerdi zihinlerinde. Bedenleri burada aramızda ama zihinleri hapsolmuş, yer altında, ruhsuz bedenler onlar…

Toplumun içinde bunun gibi bir sürü beden patlamaya hazır serseri mayın misali, yeryüzünde geziniyor. Ve bizler mayın tarlasında yürüyoruz. Biri patlayıp birine zarar geldiğinde ancak görebiliyoruz ve hemen o sorumlu bedeni hapse sokup, kendimizden uzaklaştırıyoruz. Neden? Çünkü toplumun güvenliği için zararlıları uzaklaştırmalıyız. Ama yine de, bizler hala mayın tarlasında yürümeye devam ediyoruz. İşte insanoğlunun sorunu bu. Ürettiğimizi sandığımız çözümler çözüm değil, adalet bu değil. Sadece göstermelik, asıl problemi erteleme, geçiştirme, görmezlikten gelme, gerçeklerden kaçma ve onlarla yüzleşememe ve bir hayalin içinde yaşama. Bir nevi, insanoğlunun kendi yanılgısı içinde farkındasızlaşması, uyuşması, uyuması. İnsanoğlunun göremediği, farkında olamadığı bir yarası. Sürekli kanayan, iyileşmeyen, yaranın yara olduğunu bile unutacak kadar uzun süredir var olan kronik bir yara. Ve o yaradan habersiz sürekli kan kaybeden insanoğlu. Bu yanılgı, bu rüya öyle bir yara ki, kendini şifalandırmaya çok ihtiyacı olmakla birlikte bu ihtiyacın farkında bile değil artık. İnsanoğlu bu yaşadığı rüyanın bir rüya olduğunu, bilincinin gerçeklikten saptığını ve rotasını şaşırıp bilinmeyene, akışına bırakılmış bir sandal misali, kaydığını fark edebilecek mi? Kolektif bir şuursuzluk içindeyiz. Ne dümenimiz var, ne rotamız, bize kalsa yol aldığımız bir gemimiz bile yok zaten O yüzden problemlerimizi aslında çözdüğümüzü sanırken çözemiyoruz. Ve o yüzden yüzyıllardır içimizdeki bu çelişki, karmaşa, nefret, şiddet, intikam, kötülük bitemiyor. Eğer gerçekten insanoğlu bu dünyada gelişme gösterseydi bu savaşlar, cinayetler, adaletsizlikler, suçlar bu kadar yüzyıl içinde biterdi. Ama bitmiyor işte, çoğalıyor, durgunlaştı derken yine bir yerden hortluyor. Bilim gelişiyor, teknoloji gelişiyor, bir sürü yeni icatlar vs. Ama kurduğumuz medeniyetlerde bunlar sadece kullandığımız araçlar. Medeniyeti yapan, oluşturan asıl şey insandır. Ve her şey insan içindir. Tüm bu geliştirdiğimiz şeyler de sadece araçtır. İnsan ise hala aynı. Kendi içinde, iki kişi arasında, aile içinde, ülke içinde, ülkeler arasında, milletler, ırklar, dinler arasında, tüm kadınlar ve erkekler arasındaki tüm şiddet, nefret, savaşlar, çatışmalar hala var, bitmiyor. Ve böyle giderse birkaç bin yıl daha da bitmez. Böyle giderse aynen geldiği gibi gider, kaldığı yerden devam eder.

E peki ne mi anlatmaya çalışıyorum? Çözüm mü ne? Bu rüyadan uyanmak. Sen rüyadayken rüyanı yönlendirebilir misin? Hayır. Ne görürsen onu yaşarsın. Sadece izlersin. Güzel bir rüya veya kabus, her ne ise. Kader mi bu? Sen, ben, o, biz uyanırsak, işte o zaman kendi kaderimizin efendisi olabiliriz. Ve kanayan yaralarımızı fark edebilir, onları sarar, iyileştirebiliriz. O ayağımızın altındaki mayınlar ve mayın tarlası bizim kontrolümüzde. Onları temizlemek, zarar görmeden yeryüzünde özgürce yürümek ve tadını çıkarmak bizim elimizde. Bize zarar geliyorsa bunun suçlusu dışardan gelmiyor. Bunu bize biz yapıyoruz. Çünkü biz problemlerle yüzleşmemek için kaçtığımız, uyuduğumuz için bize zarar dışardan kontrolümüz dışında geliyor sanıyoruz. Uyan, görmekten kaçındığın şeyleri gör ve sorumluluk al. Bir kez olsun bu neden böyle diye bir sor. Problemi gör, kaynağını bul, yarayı bul ve iyileştir. İyileş!!!

Mayın tarlasında geziyoruz. Aramızda biraz uyanıklar, biraz mayışıklar, tam uyur gezerler var. İnsanoğlunun bu kendi kontrolsüzlüğünden kurtulmasının yolu, tek tek herkesin uyanması. İşte o tam uyuyanlar, onlar aramızda geziyorlar ya, onlar çoktan hapiste bile. Kendi zihinlerinin hapsinde. Hepsi bir mayın, patlayabilecek. Patlayınca, bedenlerini de mi hapse gönderelim? Hayır. Onları ve bizi tamamen kaybetmek istemiyorsak, hayır.. Biz bu mayınları böyle yok edemeyiz. Onları hapsetsek de, bedenleri özgürleşince yine gezecekler etrafta, aramızda ve yine de hala hapiste.

Biz insanlar, bu yaralarımızın farkına varmalıyız artık. Bunlar bizim yaralarımız. Onları hapsetmemeliyiz, iyileştirmeliyiz. O yüzden de biz onları fark edebilmeli, kabul etmeli ve onlar da bir yara olduklarını ve iyileşmeleri gerektiklerini fark etmeliler. Onları görmezlikten gelirsek, onlar da kendilerini görmezlikten gelirler. Kendini göremeyen, karşındakini göremez. Hep beraber uyumaya devam ederiz. Özgürleşemeyiz. Hapse devam ederiz. Bir şeyin gelişmesi kendini geliştirebilmesi için bilinç gerekir, farkındalık gerekir. Bir yaraya vurarak, onu cezalandırarak onu iyileştiremezsin. Onu korkutarak yok olmasını bekleyemezsin. Yaranın,  düzelmesi gerektiğini, yaranın yara olduğunu fark etmesi gerek önce.

Onu dışlarsak da bunu anlamaz. İnadına kendi aramıza sokmalı ve kendini kalabalık içinde hapsolmuş hissetmeli. Etrafını çevreleyen sınırlayan etten duvarları hissetmeli. Sınırlarını, ve böylece kimliğini fark etmeli. O kadar hapsolmalı ki, dışardan gelen baskıya kendince direndiği duvarları dayanamayıp, yıkılmalı sonunda, zorla hapis hayatından kurtulmak istemeli ve uyanmalı. Kendini kalabalık içinde farklı hissetmeli, hissettikçe varlığının farkına varmalı, farkındalık kazanmalı, ve değişmesi gerektiğini anlamalı. Kendi iç sorgulamasını yapabilmeli ki içindeki zihin, vicdan, duygu ne varsa harekete geçmeli, dalgalanmalı. Korkunun gücü değil, vicdanın gücü, muhakemenin gücü olmalı bu içindekini harekete geçirten.

O yüzden o insanları dört duvar arasına hapsetmeyelim. Onları gün yüzüne çıkaralım. O kadar çıkaralım ki kaçacak bir delik bulamasınlar, her an ne olduklarını düşünsünler, irdelesinler, muhakemesini yapsınlar, tartsınlar, biçsinler, hissetsinler, vicdan azabı çeksinler, acısınlar, kanasınlar, acıdan dayanamayıp iyileşmek istesinler. Kendileri istesinler. Ancak böyle iyileşebiliriz. Ve insanoğlu ancak böyle zararsızlaşabilir. Özgürleşebilir. Bu hepimizin görevi, sorumluluğu. Yapmazsak, bu hepimizin suçu, çünkü hepimizin gerçeklerden, sorumluluk almaktan kaçışı.

O mahkumların alınlarına suçlarını dövmeyle mühürleyelim. Yüzlerine bakınca bilelim. Onlar da hep bilsinler kendilerini, unutamasınlar nefes aldıkları sürece. Kimliklerine, işyerlerine, araçlarına, her neleri varsa onlara da mühürleyelim. Kaçmanın, sığınmanın, unutmanın kolay, yaşamanın, yaşamın ne kadar zor olduğunu hatırlasınlar hep. Gözümüzün önünde, gözünün önünde!! olsun hep.

Bir insan aslında ne kadar sorumluluk sahibi olmalı anlamalı. Bir insan ne kadar sorumluluk ile çocuk yetiştirmeli, aile kurmalı, topluma katmalı, bir ülke yaratmalı, milletler oluşturmalı, bir dünya yaratmalı, anlamalı…

Bu acıları sadece kurbanlar ve aileleri değil, hep beraber hissetmeliyiz ve yaşamalıyız. Bunların oluşmasına izin verdiğimiz için o vicdan azabını hep beraber yaşamalıyız. İyileşmek için beraber sorumluluk almalıyız. Bu tüm insanlığın, insanoğlunun sorumluluğudur. Ve böyle biter yüzlerce yıllık bu kin, bu nefret, bu şiddet, bu kendini bilmezlik, şuursuzluk, bu savaşlar, bu cinayetler. Ve böyle biter anca, uyanık ve gözlerimiz açık, içimiz dışımız bir, şeffaf, bilinçlice görebilirsek gözlerimiz açık ne var ne yok ise, uyumazsak ve dürüst olabilirsek hem kendimize hem herkese.

İşte böyledir insan olmak, zordur. Çünkü sorumluluk ister insan olmak. Bir insanı doğurmak zordur, yetiştirmek zordur, yaşatmak zordur, hakikaten fark edilemeyecek kadar zordur. Ama öldürmek kolaydır? Öyle mi?

 

Hiç yorum yok: