Bu hapislere soktuğumuz, dört duvar arasında izole ettiğimiz
ve kendimizden uzaklaştırdığımız bu insanlar aslında biz onları hapsetmeden çok
önce kendilerini hapsetmişlerdi bile. Ama biz bunu bilmiyorduk, göremiyorduk. Bedenen
aramızda gezinen, özgürmüşçesine iki ayakları üzerinde aramızda özgürce dolaşan
bu insanlar, aslında çoktan aramızdan uzaklaşmış ve
hapsolmuşlardı…Zihinlerinde…!!!! Ama biz bunu göremedik işte..Onlar aslında
çoktan kaybolmuş ve yer altına inmişlerdi zihinlerinde. Bedenleri burada
aramızda ama zihinleri hapsolmuş, yer altında, ruhsuz bedenler onlar…
Toplumun içinde bunun gibi bir sürü beden patlamaya hazır
serseri mayın misali, yeryüzünde geziniyor. Ve bizler mayın tarlasında
yürüyoruz. Biri patlayıp birine zarar geldiğinde ancak görebiliyoruz ve hemen o
sorumlu bedeni hapse sokup, kendimizden uzaklaştırıyoruz. Neden? Çünkü toplumun
güvenliği için zararlıları uzaklaştırmalıyız. Ama yine de, bizler hala mayın
tarlasında yürümeye devam ediyoruz. İşte insanoğlunun sorunu bu. Ürettiğimizi
sandığımız çözümler çözüm değil, adalet bu değil. Sadece göstermelik, asıl
problemi erteleme, geçiştirme, görmezlikten gelme, gerçeklerden kaçma ve
onlarla yüzleşememe ve bir hayalin içinde yaşama. Bir nevi, insanoğlunun kendi
yanılgısı içinde farkındasızlaşması, uyuşması, uyuması. İnsanoğlunun
göremediği, farkında olamadığı bir yarası. Sürekli kanayan, iyileşmeyen,
yaranın yara olduğunu bile unutacak kadar uzun süredir var olan kronik bir
yara. Ve o yaradan habersiz sürekli kan kaybeden insanoğlu. Bu yanılgı, bu rüya
öyle bir yara ki, kendini şifalandırmaya çok ihtiyacı olmakla birlikte bu
ihtiyacın farkında bile değil artık. İnsanoğlu bu yaşadığı rüyanın bir rüya
olduğunu, bilincinin gerçeklikten saptığını ve rotasını şaşırıp bilinmeyene,
akışına bırakılmış bir sandal misali, kaydığını fark edebilecek mi? Kolektif
bir şuursuzluk içindeyiz. Ne dümenimiz var, ne rotamız, bize kalsa yol
aldığımız bir gemimiz bile yok zaten O yüzden problemlerimizi aslında çözdüğümüzü
sanırken çözemiyoruz. Ve o yüzden yüzyıllardır içimizdeki bu çelişki, karmaşa,
nefret, şiddet, intikam, kötülük bitemiyor. Eğer gerçekten insanoğlu bu dünyada
gelişme gösterseydi bu savaşlar, cinayetler, adaletsizlikler, suçlar bu kadar
yüzyıl içinde biterdi. Ama bitmiyor işte, çoğalıyor, durgunlaştı derken yine
bir yerden hortluyor. Bilim gelişiyor, teknoloji gelişiyor, bir sürü yeni
icatlar vs. Ama kurduğumuz medeniyetlerde bunlar sadece kullandığımız araçlar.
Medeniyeti yapan, oluşturan asıl şey insandır. Ve her şey insan içindir. Tüm bu
geliştirdiğimiz şeyler de sadece araçtır. İnsan ise hala aynı. Kendi içinde, iki
kişi arasında, aile içinde, ülke içinde, ülkeler arasında, milletler, ırklar,
dinler arasında, tüm kadınlar ve erkekler arasındaki tüm şiddet, nefret,
savaşlar, çatışmalar hala var, bitmiyor. Ve böyle giderse birkaç bin yıl daha
da bitmez. Böyle giderse aynen geldiği gibi gider, kaldığı yerden devam eder.
E peki ne mi anlatmaya çalışıyorum? Çözüm mü ne? Bu rüyadan
uyanmak. Sen rüyadayken rüyanı yönlendirebilir misin? Hayır. Ne görürsen onu
yaşarsın. Sadece izlersin. Güzel bir rüya veya kabus, her ne ise. Kader mi bu?
Sen, ben, o, biz uyanırsak, işte o zaman kendi kaderimizin efendisi olabiliriz.
Ve kanayan yaralarımızı fark edebilir, onları sarar, iyileştirebiliriz. O
ayağımızın altındaki mayınlar ve mayın tarlası bizim kontrolümüzde. Onları
temizlemek, zarar görmeden yeryüzünde özgürce yürümek ve tadını çıkarmak bizim
elimizde. Bize zarar geliyorsa bunun suçlusu dışardan gelmiyor. Bunu bize biz
yapıyoruz. Çünkü biz problemlerle yüzleşmemek için kaçtığımız, uyuduğumuz için
bize zarar dışardan kontrolümüz dışında geliyor sanıyoruz. Uyan, görmekten
kaçındığın şeyleri gör ve sorumluluk al. Bir kez olsun bu neden böyle diye bir
sor. Problemi gör, kaynağını bul, yarayı bul ve iyileştir. İyileş!!!
Mayın tarlasında geziyoruz. Aramızda biraz uyanıklar, biraz
mayışıklar, tam uyur gezerler var. İnsanoğlunun bu kendi kontrolsüzlüğünden
kurtulmasının yolu, tek tek herkesin uyanması. İşte o tam uyuyanlar, onlar
aramızda geziyorlar ya, onlar çoktan hapiste bile. Kendi zihinlerinin hapsinde.
Hepsi bir mayın, patlayabilecek. Patlayınca, bedenlerini de mi hapse
gönderelim? Hayır. Onları ve bizi tamamen kaybetmek istemiyorsak, hayır.. Biz
bu mayınları böyle yok edemeyiz. Onları hapsetsek de, bedenleri özgürleşince
yine gezecekler etrafta, aramızda ve yine de hala hapiste.
Biz insanlar, bu yaralarımızın farkına varmalıyız artık.
Bunlar bizim yaralarımız. Onları hapsetmemeliyiz, iyileştirmeliyiz. O yüzden de
biz onları fark edebilmeli, kabul etmeli ve onlar da bir yara olduklarını ve
iyileşmeleri gerektiklerini fark etmeliler. Onları görmezlikten gelirsek, onlar
da kendilerini görmezlikten gelirler. Kendini göremeyen, karşındakini göremez.
Hep beraber uyumaya devam ederiz. Özgürleşemeyiz. Hapse devam ederiz. Bir şeyin
gelişmesi kendini geliştirebilmesi için bilinç gerekir, farkındalık gerekir.
Bir yaraya vurarak, onu cezalandırarak onu iyileştiremezsin. Onu korkutarak yok
olmasını bekleyemezsin. Yaranın,
düzelmesi gerektiğini, yaranın yara olduğunu fark etmesi gerek önce.
Onu dışlarsak da bunu anlamaz. İnadına kendi aramıza sokmalı
ve kendini kalabalık içinde hapsolmuş hissetmeli. Etrafını çevreleyen
sınırlayan etten duvarları hissetmeli. Sınırlarını, ve böylece kimliğini fark
etmeli. O kadar hapsolmalı ki, dışardan gelen baskıya kendince direndiği
duvarları dayanamayıp, yıkılmalı sonunda, zorla hapis hayatından kurtulmak
istemeli ve uyanmalı. Kendini kalabalık içinde farklı hissetmeli, hissettikçe
varlığının farkına varmalı, farkındalık kazanmalı, ve değişmesi gerektiğini
anlamalı. Kendi iç sorgulamasını yapabilmeli ki içindeki zihin, vicdan, duygu
ne varsa harekete geçmeli, dalgalanmalı. Korkunun gücü değil, vicdanın gücü,
muhakemenin gücü olmalı bu içindekini harekete geçirten.
O yüzden o insanları dört duvar arasına hapsetmeyelim.
Onları gün yüzüne çıkaralım. O kadar çıkaralım ki kaçacak bir delik
bulamasınlar, her an ne olduklarını düşünsünler, irdelesinler, muhakemesini
yapsınlar, tartsınlar, biçsinler, hissetsinler, vicdan azabı çeksinler,
acısınlar, kanasınlar, acıdan dayanamayıp iyileşmek istesinler. Kendileri
istesinler. Ancak böyle iyileşebiliriz. Ve insanoğlu ancak böyle
zararsızlaşabilir. Özgürleşebilir. Bu hepimizin görevi, sorumluluğu. Yapmazsak,
bu hepimizin suçu, çünkü hepimizin gerçeklerden, sorumluluk almaktan kaçışı.
O mahkumların alınlarına suçlarını dövmeyle mühürleyelim.
Yüzlerine bakınca bilelim. Onlar da hep bilsinler kendilerini, unutamasınlar
nefes aldıkları sürece. Kimliklerine, işyerlerine, araçlarına, her neleri varsa
onlara da mühürleyelim. Kaçmanın, sığınmanın, unutmanın kolay, yaşamanın,
yaşamın ne kadar zor olduğunu hatırlasınlar hep. Gözümüzün önünde, gözünün
önünde!! olsun hep.
Bir insan aslında ne kadar sorumluluk sahibi olmalı
anlamalı. Bir insan ne kadar sorumluluk ile çocuk yetiştirmeli, aile kurmalı,
topluma katmalı, bir ülke yaratmalı, milletler oluşturmalı, bir dünya
yaratmalı, anlamalı…
Bu acıları sadece kurbanlar ve aileleri değil, hep beraber
hissetmeliyiz ve yaşamalıyız. Bunların oluşmasına izin verdiğimiz için o vicdan
azabını hep beraber yaşamalıyız. İyileşmek için beraber sorumluluk almalıyız.
Bu tüm insanlığın, insanoğlunun sorumluluğudur. Ve böyle biter yüzlerce yıllık
bu kin, bu nefret, bu şiddet, bu kendini bilmezlik, şuursuzluk, bu savaşlar, bu
cinayetler. Ve böyle biter anca, uyanık ve gözlerimiz açık, içimiz dışımız bir,
şeffaf, bilinçlice görebilirsek gözlerimiz açık ne var ne yok ise, uyumazsak ve
dürüst olabilirsek hem kendimize hem herkese.
İşte böyledir insan olmak, zordur. Çünkü sorumluluk ister
insan olmak. Bir insanı doğurmak zordur, yetiştirmek zordur, yaşatmak zordur,
hakikaten fark edilemeyecek kadar zordur. Ama öldürmek kolaydır? Öyle mi?